1 Mayıs 2014 Perşembe

İslâm’da Kadının Şahsiyeti Ve Değeri

Bismillahirrahmanirrahim
Hamd, bütün mahlûkatı yaratan âlemlerin Rabbine mahsustur. Seyyidimiz, Nebimiz ve Mevlamız, Allah’ın kulu, Resulü ve Habibi olan Ebu’l-Kasım Muhammed’e (s.a.a), Onun masum ve pak evlatlarına salât ve selâm olsun.
Euzu billahi mine’ş-şeytani’r-racim.

Giriş:

Yaşantımız içerisinde bir çok soruyla karşılaşmaktayız. Kimi zaman sorduğumuz soruların cevabını kolaylıkla bulabiliyor iken, kimi zaman ise bir cevap bulabilmek güçtür. Peki bu sorularla ne yapmalıyız? Bir cevap aramalı mıyız? Yoksa içimizde ki öğrenme ve bilme isteğini bastırarak duyarsızlaşmalı mıyız? Hiç sorduk mu kendimize kadının değeri ve şahsiyeti nedir? Kadın, tarih boyunca nasıl bir süreçten geçmiştir? İslâm kadın hakkında ne diyor? Sormak gerek, sorgulamak gerek... Düşünmek için, yaratılşımız ile birlikte verilen değerleri keşvetmek için. Ve bunlardan daha önemlisi kendimizi tanıyıp anlayabilmek için.  

Batı dünyası post-modernite öncesinde kiliseye bağlı idi. Yani devlet ile kilise birbirinden ayrı değildi, bir bütün idiler. Bu dönem içerisinde insanlar kilisenin baskısına mağruz kalmıştı. Sormak, sorgulamak, düşünmek ve araştırmak gibi şeyler yanlış ve günahtan sayılıyordu. İnsanların birşey sorma  hakları yoktu. Söylenenlerin aksi iddaa edildiğinde ise gözlerin seni yanıltıyor denilmekteydi.

Post-modernite’nin gelişi ile birlikte gerçekleşen sanayi devrimi, Batı dünyasında çok büyük değişikliklere neden oldu. İnsanlar ayaklandı ve büyük hikâyelerin sonu geldi. Böylece “Laik” bir kavram ortaya çıkmış oldu. Peki bu gerçekleşen büyük değişim, kadınlar üzerinde nasıl bir etki ve bir iz bırakmıştır? Bu değişim kadınlara şahsiyet kazandırdı mı yoksa onları değerli yapan şeylerden mahrum mu bıraktı?

İslâm ilim öğrenmeyi, sorgalamayı, düşünmeyi kesinlikle yasaklamamıştır. Tam aksine Peygamber efendimiz (s.a.a)’in de buyurduğu gibi “İlim talep etmek bütün Müslümanların üzerine farzdır”.[1] Hadisten de anlaşıldığı üzere ilim öğrenmenin farz oluşu yanı sıra, cinsiyet ayrımı da yapılmamaktadır. Burada mühim olan insanın hangi niyet ile ilim öğrenmek isteyişidir. İlimden maksat, sadece İslâmî ilimler değildir. Bu felsefe, psikoloji, matematik, kimya ve benzeri ilimleri de kapsıyor. Yani İslâm ilme evet diyor; fakat şehvet peşinde koşan ilme, maskaralığa, hokkabazlığa hayır diyor. Çünkü İslâm şahsiyet istiyor.[2]

Hz. Fâtıma’ya baktığımızda ne görüyoruz? Onun şahsiyeti nasıldır? Yeteneği, ilmi nasıldır? Hitabet ve balâgati nasıldır? Hz. Fâtıma’nın eserlerinden pek çok azı geriye kalmış bulunmaktadır. Fakat ne mutlu bizlere ki, Onun bir saatlik  çok uzun ve geniş bir hutbesi geriye kalmıştır. Yalnızca bu hutbe bile Müslüman kadının kendisi ile erkekler arasında ki sınırını koruyup kendini erkeğe göstermek için hazırlamadığı taktirde, bilgisinin ve topluma katılımının ne derece de olabileceğini göstermekte yeterlidir.

Hz. Zehra’nın hutbesinde, Nehcü’l-Belâğa’nın yaptığı tevhid beyanı seviyesinde bir tevhid beyanı vardır. Yani öyle bir seviyede ki, filozoflar dahi öyle beyan edemezler. Hak Teâla’nın zatı ve sıfatı hakkında konuştuğunda, adeta dünyanın en büyük filozofları seviyesinde konuşmuştur. İbn Sina’nın böyle bir hutbeyi okuması mümkün değildir. Sonra birden İslâmî hükümlerin felsefesini açıklamaya koyuluyor: “Allah namazı bunun için farz kılmıştır, orucu bunun için farz kılmıştır, haccı bunun için farz kılmıştır, zekâtı bunun için farz kılmıştır, emri marufu ve nehyi münkeri bunun için farz kılmıştır ve...”[3]

Hz. Fâtıma, Medine mescidinde binlerce insanın huzurundadır. Fakat (Allah’a sığınırım) kendini göstermek ve sergilemek için kürsünün üzerine çıkmıyor. Hz. Peygamber’in sünnetine göre kadınlar bir tarafta oturuyorlardı, erkekler ise diğer tarafta. Ayrıca aralarından da yüksek bir perde çekiliyordu. Fâtımatü’z Zehra perdenin arkasından söyleyeceği tüm sözleri söyledi. Mescitte bulunan bütün kadın ve erkekleri etkiledi.

İşte bu, arz ettiğimizin anlamıdır. Hem şahsiyeti vardır, hem de iffeti. Hem paklığı vardır, hem de harimi (sınırı). Hiç bir zaman kendini aç gözlü erkeklerin önüne sergilemiyor. Fakat hiç bir şeyden haberi olmayan eli ayağı bağlı bir varlık gibi de değil. Hz. Fâtıma herşeyden haberi olan biriydi.[4]

Demiştik ki Batı da sanayi devrimi ile birlikte yepyeni bir toplumsal düzen oluştu. Konuya sosyolojik açıdan baktığımız da görüyoruz ki, bu yeni düzenin olumsuz yönleri toplum içerisinde oldukça çok fazla. Örneğin bir Batı fenomeni olan Feminizm. Batı kültürü içerisinde kadın ve erkek her sahada eşit olarak görülüyor olabilir. İkisininde çalışması, tahsil görmesi gibi. Fakat bütün dünya kadınlarının bu kültüre tabî olması gerekmiyor. Zira her kültürün ve inancın bu konu hakkında farklı bir görüşü ve bakış açısı bulunmaktadır. Elbette İslâm insanlar arasında ayrımcılık yapmıyor, ancak herkesin bir yeri vardır. Ve eğer roller değişirse bu toplumda nizamsızlığa yol açar. İslâm kadına bazı haklar vermiştir. Bu haklar onun şahsiyetini ve değerini korumak içindir.

Eskiden kadınlar insan olarak sayılmıyordu. Bugün günümüzde böyle bir olumsuzluk veya bir sorun bulunmamaktadır. Fakat giderilen bu olumsuzluklar ( yani kadının insan sayılmaması, değer görmemesinin), yanında yeni olumsuzluklarda getirmiş oldu. Bunun nedeni ise daha çok kadının kadınlığını, doğal-fıtrî konumunu, mesajını, doğal isteklerini, özel kabiliyetlerini ve statüsünü unutmaktan kaynaklanmaktadır.[5]

 Psikolojik araştırmalar çok hassas mülahazalarda bulunarak, kadını değerli kılmak için yaratılışta bir plânın var olduğunu kanıtlamıştır. Ne zaman bu sınır bütünüyle kalkıp, bu duvar bütünüyle yıkılmışsa, izzet ve ihtiram açısından kadının şahsiyeti alçalmıştır. Tabii ki diğer yönlerden kadının şahsiyeti yücelebilir. Mesela tahsilli olması, bilgin biri olması gibi. Fakat artık o değerli bir varlık değildir.

Tahsilli veya bilgili olması yahut öğretmen olması, sınıfları idare etmesi ya da doktor olması, bunların tümüne sahip bulunması mümkündür. Fakat bu şartlarda kadının yaratılışında var olan o değer, artık kendisinde yoktur. Gerçekte böyle bir dönemde kadının sahip olması gereken o izzet ve saygı olmaksızın, erkek toplumunun oyuncağı olmaktadır.

Avrupa toplumu bu yönde hareket ediyor. Yani, kadına ilim, ve şahsî irade gibi bazı insanî kabiliyetlerin gelişmesi yönünde bir takım şeyler sunuyor; fakat diğer yönden onun değerini ortadan kaldırıyor.[6]

İlim ve bilinçlilik, kadın şahsiyetinin bir sütunudur. Özgür ve irade sahibi olmak, güçlü iradeye sahip olmak, şecaatli ve yiğit olmak, kadın şahsiyetinin temel esaslarındandır. Tapıcı olmak, Allah’ıyla doğrudan irtibat kurmak ve O’na karşı itaatkâr olmak, hatta üst derecede manevî irtibat kurmak, enbiyanın Allah ile kurdukları irtibat kadar, Allah ile irtibat kurmak, kadına şahsiyet kazandıran şeylerdendir.

Diğer taraftan da, kadın toplumda yıpratılmamalıdır. Yani o aşırı sınırın olmaması gibi, aşırı sınırsızlık da olmamalıdır. Ne erkeklerle iç içe olmalı, ne de iç içe olmamalı. Ancak bir harim olmalıdır.

Harim, kadının erkeklerle iç içe olması ve olmaması arasında bir yerdir.

İslâmî kaynaklara başvurduğumuzda, İslâm’ın kadından istediği şeyin, onun şahsiyeti ve değerliliğinden başka birşey olmadığını görüyoruz. Toplumda kadının iffetinin egemen olmasıdır istenen. Bu değerlilik ve şahsiyet sayesinde, toplum bireylerine iffet yerleşir, toplum ve toplumdaki aile ocakları salim kalır.

Kadının değerliliği, onunla erkek arasında İslâm’ın belirlediği çizgi dâhilinde bir sınırın olmasına bağlıdır. Diğer bir ifadeyle İslâm, aile ocağının dışında kalan toplum sahnesinin, erkeğin kadından cinsî lezzet ve faydalanma sahnesi hâline dönüşmesine izin vermemektedir.

Bununla beraber İslâm’a, ilim ve irade, iman ve ibadet, hüner ve yaratıcılık konularında kadının konumunun nasıl olduğunu sorduğumuzda şöyle diyor: Kadın da bu sahalarda aynen erkek gibidir.[7]

Kur’ân-ı Kerim Hz. Fâtımatü’z Zehra hakkında şöyle buyuruyor: “Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik”. Artık Kevser’den daha üstün bir kelime yoktur.

Kadının mutlak şer, hile ve günah unsuru olduğunun söylendiği bir dünyada, Kur’ân şöyle buyuruyor: Kadın yalnızca hayır değil, Kevserdir de. Yani sonsuz hayırdır, bir dünya kadar hayır.

Doktor Seyyid Hassanî’nin dediği gibi:
زنور فاطمه (س) دنیــــاست روشن  Fâtıma’nın nurundan dünya aydınlıktır
علی (ع) را همسر است صدیقه از دل Sıddıka kalbinin derinliklerinden Aliye eştir.
       
رضای حق حسین (ع) را داده عزت İzzeti Hüseyinin rızayeti verdi
قبــــــــــولی شهادت هدیــــه با دل Şehadetinin kabülünü kalbiyle hediye etti.[8]

İşte Fâtıma gibi bir anneye sahip olan biri ancak kıyamında ve İslâmı korumada başarılı olabilir. Çünkü Fâtıma ışık saçan bir mücevherdir. Örnek bir kadındır…

Sonuç:

Batı dünyasının tanımış olduğu büyük devrimlerden biri olan sanayi devrimi, bugünümüzü oluşturan en büyük unsurlardan biri olmuştur. Kadına bir yandan şahsiyet kazandırırkan diğer taraftan onu alçaltmaktadır. Oysa konuya İslâmî açısından baktığımızda, görüyoruz ki İslâm kadına daima değer vermekle beraber onun şahsiyetini de korumaktadır. Bunun en güzel örneği ise Hz. Fâtıma’dır. Çünkü eğer Fâtıma olmasaydı, ne Hüseyin olurdu, ne Zeynep…

La havle ve la kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azim ve sallallahu ala Muhammedin ve Âlihi’t-tahirin.
(Yüce ve ulu Allah’a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur. Allah, Muhammed’e ve pak Ehlibeyt’ine salât eylesin.)




[1]  MUTAHHARÎ, M., On Konuşma. İstanbul. Kevser 2008, s. 125.
[2] MUTAHHARÎ, M., İmam Hüseyin ve Kerbela c.1. İstanbul. Kevser 2008, s. 306.
[3] MUTAHHARÎ, M., İmam Hüseyin ve Kerbela c.1. İstanbul. Kevser 2008, s. 307.
[4] MUTAHHARÎ, M., İmam Hüseyin ve Kerbela c.1. İstanbul. Kevser 2008, s. 308.
[5] KANAATLI, H., Şehit Mutahharî açısından İslâm’da kadın hakları. İnternet, 13 Nisan 2014.
[6] MUTAHHARÎ, M., İmam Hüseyin ve Kerbela c.1. İstanbul. Kevser 2008, s. 299.
[7] MUTAHHARÎ, M., İmam Hüseyin ve Kerbela c.1. İstanbul. Kevser 2008, s. 300-301.
[8] (دکتر سید نصراله حسنی)دل را آفرید و از قدرت و اسر از خلقت او ست
Doktor Seyyid Hassanî, Kalbi yarattı ve kudret ve eser onun yarattıklarındandır (şiir).


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder