11 Mayıs 2014 Pazar

Birkaç Satırda Hz Ali (a.s)

O öyle bir şahsiyettir ki varlığıyla âlem anlam kazanıyor. Bu dünyaya ayak bastığı günden itibaren gittiği güne kadar Hz Peygamber’den (s.a.a) sonra hiç kimse onun gibi olmadı ve olamadı.

Bir insanı tanımak istediğinizde onun soyuna, kişiliğine, nerede yaşadığına, hangi tarihte ve nasıl yaşadığına bakmak gerekir diye düşünüyorum.

Elbette unutmamakta fayda var, birini tanıtmaya çalışmak istendiğinde tanıtmaya çalışan kişi tanıtılan kişiden daha kapsamlı olması gerekir ki gerçek manada tanıtım gerçekleşebilsin. Zira Hz Peygamber (s.a.a) buyuruyor:
“Ya Ali seni hakkıyla Allah ve benden başka kimse tanıyamaz.”

Bu hadisten de anlaşıldığı gibi başlıkta da belirttiğimiz üzere birkaç satırda dilimizin döndüğü kadarıyla o hazreti tanıtmaya çalışacağız.

Eğer o hazreti tanımak ve tanıtmak için işe soy ve nesebinden başlarsak bir gömlek yukarı çıkıldığında O hazretin babası Hz Ebu Talip ile Hz Peygamber (s.a.a) efendimizin babası kardeştir ve aynı zamanda Mekke’nin büyüğü Abdulmuttalib’in çocuklarıdır. Kendileri Haşimi olup soyları Hz İbrahim’e (a.s) ulaşmaktadır. Soy ve nesep içerisinde inançları tek tanrıcılık ile meşhur, Hanif dinine mensuplardı. Sonuç olarak İslam âlemi Hz Peygamber (s.a.a) efendimizin soy ve ecdadı ile nasıl övünüyor ise Hz Ali (a.s) için aynı övgüler geçerlidir.

Diğer bir tanıma metodu insanın kişiliğini analiz etmektir. Bu noktada o hazretin kişilik hamuru Hz Peygamber’in (s.a.a) öğretileri ve eğitimleri ile yoğrulmuştur. Zira o hazret doğduğu andan itibaren, çocukluğu, gençliği ve kemale ermesi Peygamber efendimizin (s.a.a) huzurunda olmuştur. Burada O hazretin kişiliğini yansıtmak adına tarihi nakillerden birini zikretmekle yetiniyoruz:

Dırar b. Damre el-Kinanî, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın yanında onu övmüş, sonunda hem Muaviye'yi, hem de orada bulunanları ağlatmıştı. Öyle ki Muaviye ona rahmet okumak durumunda kalmıştı. Şöyle demişti Dırar:

Allah'a yemin ederim ki Ali, ileri görüşlü ve çok güçlü biriydi. Konuştuğu zaman hakkı batıldan ayırır, salt adaletle hükmederdi. Her tarafından bilgi akardı. Söz ve davranışları hikmeti dile getirirdi. Dünyadan ve dünyanın çekici güzelliklerinden kaçardı. Geceye ve gecenin yalnızlığına sığınırdı. Çok ağlar, uzun tefekkürlere dalardı. (Sıkıntıdan) avuçlarını ovuşturur ve kendi nefsine hitap ederdi. Elbisenin kısasından ve yiyeceğin kurusundan hoşlanırdı. Aramızda, herhangi birimiz gibiydi. Yanına geldiğimiz zaman bize yaklaşırdı, bir şey sorduğumuz zaman cevap verirdi. Davet ettiğimiz zaman bize gelirdi. Bir olayı sorduğumuz vakit, haberi araştırıp bizi aydınlatırdı. Allah'a yemin ederim ki, ona yakın olmamıza ve kendisinin de bize yakın durmasına rağmen, onun heybetinden yanında neredeyse konuşamaz hâle gelirdik. Gülümsediği zaman, dişleri dizilmiş inciler gibi belirirdi. Dindar insanlara büyük saygı gösterir, yoksulları kendisine yaklaştırırdı. Güçlü olan, batıl işinde ondan cesaret alamaz, zayıf kimse de onun adaletinden umut kesmezdi.[1]

Bir diğer tanıma şekli ise insanın yaşadığı tarih, yaşadığı yer ve hayat koşullarıdır. Bu konuda Hz Ali’yi (a.s) eğer tanıtmaya başlarsak mukaddes bir toprağın merkezinde mukaddes insanların elinde gözlerini bu dünyaya açtı. daha açık bir ifadeyle Allah Teâlâ kendi evini o hazretin dünyaya gelmesi için tesis etti. Bu dünyaya ayak bastığı yer Allah’ın evi oldu, bu dünyadan ayrılıp beka alemine göçtüğü yer yine Allah’ın evi oldu. Bir taraftan bu kadar ulvi ve yüce makamlarda dünyaya gelmek varken bunun mukabilinde o zamanın hayat şartlarında cehaletin tavan yaptığı, kötülüklerin kol gezdiği, zalimlerin zulümlerinin insanlar üzerinde kara gölge misali olduğu Mekke topraklarında yaşamını sürdürdü.

Diğer bir açıdan o hazreti tanımak istediğimizde onun tarihteki yaşantısına bakıyoruz.  O hazret beşeriyetin kurtarıcısı Hz Muhammed (s.a.a) ile birlikte yaşamış, İslam’ın nurlu çehresini ilk günden derk etmiş, Peygamber efendimizin (s.a.a) nübüvvetini her mekân ve zamanda savunmuş, peygamberimizden sonra bu kutsal ve ağır yük olan halkın hidayet sorumluluğunu omuzlarında taşımıştır. İslam’ı yaşadığı ve savunduğu yıllara baktığımızda tam bir teslimiyetle peygamberine tabi olmuş, onun emirlerini harfiyen hiç itiraz etmeden yerine getirmiştir. Yani kuranın buyurduğu gibi “peygamber size neyi getirdiyse onu alın ve neyi yasakladıysa ondan uzak durun” ilkesini bil fiil yaşamıştır. Tabir yerinde olursa ayetlerin muhatabı olarak ne zaman ki “ey iman edenler” denildiğinde muhatap olarak o hazreti göstersek, haktan ayrılmış sayılmayız.

Kaldı ki, Hz Peygamber (s.a.a)dünyadan ayrılmadan önce Gadiri Hum günü ümmetine vasiyet ettiğinde Kuran’ın ayrılmaz bir parçası olarak o hazreti ve onun evlatlarını tanıtmıştır. Bu kelamın haklılığı tarih kitaplarında kayıtlıdır.

O hazreti Kuranın simasından tanıtacak olursak meşhur görüşe göre o hazret hakkında üç yüz ayet olduğu İbni Abbas tarafından bildirilmektedir. Yirmi üç yıl boyunca süren kesintisiz bir cihatla Allah Resulü'nü ve risaleti savunmuştur.

İbni Abbas'tan rivayet edilir: Hz Ali’nin yanında sadece dört dirhem parası vardı. Başka da parası yoktu. Bu paranın bir dirhemini geceleyin, bir dirhemini gündüz vakti, bir dirhemini gizlice ve bir dirhemini de açıktan sadaka olarak yoksullara verdi.[2] Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:

"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler." (Bakara 274)  
        
Yine İbni Abbas'tan şöyle rivayet edilir: Ali rükûda iken parmağındaki yüzüğü bir yoksula sadaka olarak verdi. Hz. Peygamber (s.a.a) dilenciye: "Bu yüzüğü kim sana verdi?" diye sordu. "Şu rükûdaki adam." dedi. Bunun üzerine yüce Allah: "Sizin veliniz ancak Allah, Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir."[3] ayetini indirdi. (Maide 55)

Tathir Ayeti Ali'yi (a.s), her türlü kirden temizlenmiş vahyin hanedanından saymış, Mübahele Ayeti de onu Peygamber'in (s.a.a) kendi nefsi olarak nitelendirmiştir.

Bu gibi örnekler o hazretin Kuran’daki makam ve mevkisi, hayatını, insanlar ile ilişkilerini ve aynı zamanda Allah’ın rızası doğrultusundaki verdiği mücadelelerini bize göstermektedir.

O hazreti tanımak için bir de bıraktığı miras ve eserlerine bakmalıyız. Tüm yaşantısıyla bir örnek mümin olan ve aynı zamanda ümmetin hadisi görevini en güzel şekilde yetiştirmiş olduğu evlatları ve ailesinin hayatlarına baktığımızda o hazretin kişiliğini, vasıflarını, hedeflerini ve faziletlerini daha iyi anlamış olmaktayız. Zira o hazretin mirasları cennet gençlerinin efendileri Hz Hasan ve Hz Hüseyin’dir. (a.s)diğer taraftan ise babasının süsü anlamına işaret ile Hz Zeynep (s.a) gibi üstün şahsiyetlerdir.

O hazreti tanımaya ve tanıtmaya çalışmak ancak o zaman anlam kazanır ki kendimizi o hazretin öğretileri ile eğitmeli, yaşantısında karşılaşmış oldukları zorluk ve güçlükler karşısında sabırlı yaklaşımları bizlere ders olmalıdır. Yeri geldiğinde de o hazret gibi Allah’ın dini için canı pahasına vermiş olduğu mücadelede, zaferi ve kurtuluşu şahadette görmek gerekir diye düşünüyorum.

Selam olsun doğduğun güne, selam olsun yaşadığın güne ve selam olsun yeniden dirileceğin güne.



[1] el-İstiab (el-İsabe adlı eserin ekinde), 3/44, bs. Daru İhyait-Turasi'l-Arabî, Beyrut
[2] Yenabiu'l-Mevedde, 92.
[3] Tefsiru'ì-Taberî, 6/165. Ayrıca Beydavî vb.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder