11 Mayıs 2013 Cumartesi

Mevki Ve Makam Hırsı


İnsanın hayatı boyunca elde etmek istediği hedeflerden biri mevki ve makam sahibi olabilmektir. Bazen bu konu o kadar çok tehlikeli boyutlara ulaşabiliyor ki insanın hem dünya ve hem de ahiretini kaybetmesine neden oluyor.


Pek çok kişi övülmek, ilgi çekmek, insanların beğenisini ve saygısını kazanmak için makam sahibi olmayı ister. Bu isteklerini elde edebilmek için çok büyük bir hırsla çalışır, hatta tüm hayatlarını bu amaç için harcar.

Peki, insanı bu noktaya iten nedir?

İnsan yaratılış itibari ile hem maddi ve hem manevi alanlarda doyumsuz bir varlıktır. Bu alanlar ister pozitif olsun isterse negatif bu açıdan ikisi arasında fark gözetmek imkânsızdır.

Kamil insan yaşamında doğrular ilkesi gereğince düşüncesini, inancını ve yaşam şeklini hep doğrulara göre ayarlar, ona göre program hazırlar ve yaşamını sürdürür. Bu noktada bile insanda doyumsuzluk hâkimdir. Elbette tasvip edilen doğru yaşam şekli budur.  Kamil olmayan insan ise hayatında zaten doğruluk ilkeleri bulunmadığından bir arayış ve elde etme çabası peşindedir. Zira doğruluk ilkesinden uzak olduğu için hep yanılgı, hata ve zararla hayatını sürdürmektedir.

Söylemeye çalışmak istediğim şey ilim ile makam arasındaki ilinti noktasıdır.  İlim bizlere doğruyu, güzeli, ahlaklı olmayı ve güzel yaşam tarzını öğretirken makam hırsı bu doğruluk ilkelerinden uzak bir yaşam şekli sunmaktadır.

Örneğin bir vali düşünün ki lise ve üniversite çağlarında o makamı hayal edip ve elde etmek için yapmış olduğu mücadele insanlar arasında başarı olarak nitelenmektedir. Fakat aynı vali bulunmuş olduğu mevki itibari ile kendisini diğerlerinden üstün görmesi ve kendini o toplumdan ayrı tutması aynı zamanda mevki ve makamını kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanması ne kadar tasvip edilen bir iş olarak görülecektir. Dikkat edilmesi gereken nükte bu valinin eğitim ve bilgi ile belirli bir aşamadan sonra bu makama ulaştığı kesin, fakat bu bilgi ve eğitim bu şahısta şahsiyet kazandırmamış ve aynı zamanda uhrevi hayatını da tehlikeye atmıştır. Mevki ve makam elde edilmiştir, fakat şahsiyet ve kişilik kaybetmiştir.

Biz bu örnekteki valiyi ilk olarak İslami bir pencereden eleştirdiğimizde hedefinin Allah olmadığı ve aynı zamanda nefis tezkiyesi yapmadığı için bu yapmış olduğu davranışlar hem toplum tarafından ve hem de İslami hayat tarzı adına kabul edilemez bir realite olarak görüyoruz.

Peki, olayı daha farklı bir açıdan inceleyecek olur isek âlim ve kanaat önderlerinin makama olan bağlılıklarını nasıl açıklayacağız? Bu işin kaynağı o zaman ne oluyor? Bu noktada bir zıtlık meydana gelmesi kaçınılmaz olmaz mı? Elbette bu söz sadece belirli bir kesim ve kitle için geçerli değildir. Sözümüz insanoğlu olarak ilim, bilgi ve eğitim ehliyeti taşıyan kimselerin makama olan bağımlılığı neden kaçınılmaz, araştırmak istediğimiz konu bundan ibarettir.

Malikiyet hissi, insan belirli aşamalardan sonra, bir takım sorumluluklar alarak, yapmış olduğu çabalar sonucunda bulunduğu mevkii kendi hakkı olarak telakki etmesinden ibarettir. Yani bulunmuş olduğu mevki ve makamı kendi malı ve hakkı hükmünde görmesinden kaynaklanmaktadır.  Hâlbuki malikiyet sadece ve sadece Allah’a aittir. İnsanın varlığı başka bir varlığa muhtaç iken kendi nefsini veya elinin altında bulunan şeylere hâkimlik kılması doğrusu akil insanlar için biraz gülünç olmaktadır. Hangi insan elinde bulunan herhangi bir şey veya madde için böyle bir iddiada bulunabilir.

Bu konuda Yüce Allah İnfitar suresinin 6. ayetinde şöyle buyuruyor:

“Ey insan! Kerim olan Rabbine karşı seni aldatan (mağrur kılan) nedir?”

İnsanların sadece Allah’ın rızasını hedefleyerek, ahret yurdu için ihlâsla çaba sarf etmelerini engelleyen nedenlerden biri, dünya hayatında makam, mevki, şöhret gibi değerlere olan düşkünlükleridir. Oysa maddi imkânlar, mal ya da mevki eğer Allah için harcanmaz ise insana ahret hayatında hiçbir şey kazandırmaz. Allah Kuran’da, insanlar arasındaki üstünlüğün bulundukları makama ya da mevkie göre değil, yalnızca takvaya göre olduğunu bildirmiştir:

“Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler şeklinde kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün olanınız, takvada en ileride olanınızdır.” (Hucurat, 13)

Bu gerçeği göz ardı eden ilim ehli olanlar, kanaat önderleri ve bilge insanlar hem dünyada hem de ahirette büyük bir kayba uğrarlar. Zira bundan gaflet etmiş bir şekilde yaşamlarını sürdürmektedirler.

İnsan nerede olursa olsun, hangi zamanda yaşarsa yaşasın, hangi mevki ve makamda bulunursa bulunsun eğer yaşantılarında ilahi rızayet mevcut değilse onlar hak yoldan sapmış, şeytan onlara musallat olmuş ve batıla hizmet ederek hayatlarını sürdürmektedirler.

Makam ve mevkinin üstünlük sağlayacağı inancı kendi nefsini ön planda tutan, Kuran ahlakından uzak yaşayan kişilere ait bir yanılgıdır. İmanı kavrayan müminler ise nefislerinin bu yöndeki isteklerine itibar etmez, üstünlüğü ihlâsta ve samimiyette ararlar. Çünkü bu gibi arzulardan arınan bir insanın dünyada kazanılacak tüm makamların üzerinde bir makama eriştirileceğini, gerçek onur ve şeref sahibi olacağını bilirler. Bu konu Kuran’da şu ayetle bildirilmiştir:

“Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi ‘onurlu-üstün’ bir makama ulaştırırız.” (Nisa, 31)

Mevki ve makamın gerçek sahibi sadece Allah’tır ve insanoğlu için en üstün makam yüce Allah’ın rızalığında yaşamını sürdürerek, ihlâsla yapılan amellerdir. Zira amellerin karşılığı Allah’a aittir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder